19 Ağustos 2020 Çarşamba

Cecü'nün Yer Cüceleri


 

YER CÜCELERİ DÜNYA’YA İNMELİ ARTIK!


Umberto Eco, bugüne değin yetişkin edebiyatı yazarı olarak kodladığım bir isimdi. Hâliyle çocuk eseri kaleme aldığından haberim yoktu. Ta ki bir kitap blogunda Cecü’nün Yer Cüceleri’ ne rastlayana dek. Son kitap siparişimde atlayıp evime gelen bu eseri, yazarın okuduğum diğer kitapları arasında çok özel benim için. Üç manzum masal ve eşsiz soyut çizimleriyle bu eserin iddialı bir başyapıt olduğunu düşünüyorum. Her üçünü de keyifle ama üçüncüsünü apayrı bir bağla okuduğum kitabın çok boyutlu ve zengin bir içeriği var. İlk masal, Bomba ve General ismini taşıyor. Bir bombanın içine kapatılmış üzgün atomlar ve ne pahasına olursa olsun savaş çıkarmak isteyen bir generalin serüveni işlenmiş dizelerde. İkinci masalda ise altı kollu bir Marslıya rastlayan Üç Kozmonot ile baş başa kalırız. Aralarındaki sempatik diyaloglarla eğlendiğim bu masalda; Amerikalı, Rus ve Çinli kozmonotların karşılaştıkları yaratığa geliştirdikleri tutumlar çok anlamlı. “Öteki” kavramını çarpıcı bir şekilde açımlayan bu masalla birlikte önyargı zincirlerinin nasıl dereceli olarak kırıldığını okuruz. Hem de Dünya dışı bir varlık üzerinden. Gelelim yazının başlığına da ilham olan son masala: Cecü’nün Yer Cüceleri’ne. Özelikle bu masalda kitabın ressamı Eugenio Carmi’nin benzersiz çizimleri, anlatıyla ayrıca uyumlu. Kral tacı kondurulmuş bir daire resmiyle masala estetik bir giriş yaparız. Sonra;

 

“Bir zamanlar yeryüzünde

Yeni topraklar keşfetmek isteyen

Güçlü bir İmparator varmış – belki hâlâ vardır -.” dizeleri ile bir imparatorun yeni bir kıta keşfetme tutkusuna şahit oluruz. Bu uğurda görevlendirdiği Samanyolu Kâşifi, nam-ı diğer SK,  bir gezegen keşfetmek üzere uzaya yollanır. Günlerden bir gün, Kâşif, göklerinde belli belirsiz beyaz bulut dolaşan, bakması keyifli, sevimli bir gezegen görür. Gemisinden indiğinde kendine doğru gelen cüceleri de. SK onlarla tanışıp amacını açıklar. Cücelerin gezegeni Cecü’ye getirmeyi planladığı “uygarlık”tan bahseder. Cüceler ise –haklı olarak-  bu uygarlık hakkında bilgi sahibi olmak ister. İşte kayış orada kopmaya başlar. Cüceler, SK’nın kullandığı son teknoloji ürünü Megagalaktik Megateleskop’un tekniğine hayran kalarak Dünya’ya bakarlar. İlkin yoğun dumanlı kirli havayı görür küçük adamlar. Pazar günü bile dağılmayan o dumanları… Ardından kıyılardaki petrol sızıntıları ve ağaçsız boz düzlükler merceklerine takılır. Yoğun trafik, ilerlemeyen arabalar, kazalar ve yararlılar ise başka birer tablodur. Bunlar üzerine cücelerin itirazları yükselir SK’ya. Onları keşfetmekten vazgeçmelerini söylerler. Oysa SK son kozunu oynamakta kararlıdır ve ivedilikle Dünya’daki harika hastanelerden söz açar. Hâlbuki cücelerin hasta olmaktan da pek haberleri yoktur. Ne sigara içtikleri ne uyuşturucu ne de bunun için iğne kullandıkları için, motosikletle de dolaşmadıkları, bostanlarında ve ağaçlarında yetişen taptaze sebze ve meyvelerle beslendikleri için pek ender hastalanırlar. SK’ya onun Cecü’yü değil de kendilerinin Dünya’yı keşfetmeleri önerisini sunup:

“ Çünkü biz kırları ve bahçeleri temiz tutmakta,

yeni ağaçlar dikmekte,

devrilmek üzere olan yaşlı ağaçları korumakta

çok başarılıyızdır; hem bütün o plastikleri

ve kavanozları toplarız,

vadilerinize şöyle bir çeki düzen veririz;

bacalarınıza yapraklardan süzgeçler takarız,

Dünya insanına otomobile binmeden de

gezmenin güzelliğini ve daha başka şeyleri anlatırız

ve belki birkaç yıl sonra sizin Dünya’nız da

Cecü gibi güzel bir yer hâline gelir.”

derler. SK bu mantıklı teklifi kabul edip imparatoruna danışmak üzere Dünya’ya döner. Fakat anında çeşitli prosedüre takılır. Pasaport, göç vergisi, damga pulları ve daha başka izinler onları bekleyecektir eğer cüceler Dünya’ya gelirlerse…

 Böylece biten masal ise okura şu soruyu sorar:

“Cecü yer cücelerinin yapacağı işleri

Neden biz yapmıyoruz ki?”

Biz yapamıyoruz maalesef. Virüs bile bize tam anlamıyla itinalı olmayı öğretemedi. Denizlerden ve ağaç dallarından maske toplar olduk. Takıldıkları naylon poşetlere dolanmaktan bıkan canlılara yeni engeller sunduk. Yok, gerçekten biz beceremiyoruz. En iyisi çağıralım, gelsin Cecü’nün Yer Cüceleri!


Eser adı: Cecü'nün Yer Cüceleri

Yazarı: Umberto Eco

Dil: Çeviri - Eren Cendey

Sayfa Sayısı:112

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çocuklar ve Büyükleri


ÇOCUKLAR ve BÜYÜKLERİ

İlk yazımı blogumun ismine ilham olan Murathan Mungan'ın derlediği Çocuklar ve Büyükleri üzerine yazmak istedim. Büyük bir hevesle oluşturduğum bu bloga yazı koymak için bu nedenle biraz bekledim. Siz sevgili okurlar için antolojinin tamamını okuyup tek tek öykü değerlendirmesi yaptım.

Öncelikle Çocuk Edebiyatı öykü antolojisi için epey araştırma yaptığımı söylemeliyim. Büyümenin Türkçe Tarihi ile yolum böylece kesişmişti. O seçkinin büyüsüyle de Çocuklar ve Büyükleri'ni edindim.  Uluslararası yazarların en nadide hikâyelerinin yer aldığı bu antoloji özelikle Çocuk Edebiyatı sahasına ilgi duyanların başucu kitabı olacak nitelikte. Yazar kadrosunda O'Connor'dan Buzatti'ye Salinger'den Dahl'a kadar birçok yetkin yazarın yer aldığı seçki, yoğun bir edebî lezzet sunuyor. Murathan Mungan'ın "Hemen her seçki gibi, bu da kimi rastlantılar ve yeğleyişlerin ürünüdür." diyerek oluşturduğu bir tema kitabı olan eser, çocuk merkezli oluşuna vurgu olsun diye bu adı almış.

Kitapta yer alan on altı hikâyeden ilki Her Çıkışın Bir İnişi Vardır. Flannery O'Connor'ın yazdığı, Julian isimli karakterin merkezde olduğu bir ırkçılık eleştirisi. Hikâye anne- ergen oğlu gerilimi ile başlayıp bu gerilimi öykünün tüm satırlarında hissettiren bir metin. Bir Türk annesi tipikliğinde seyrettiğimiz Julian'ın annesi öykü boyunca hep bir çatışma öznesidir. Oğlu ile bindiği otobüse binen zenci bir adam, sonra zenci bir kadın ve oğlu üzerinden yaşananlar çarpıcıdır. Bu çağ edebiyatı için de kilit bir karakter olan Julian, tüm ötekilerin sesi olabilecek bir olgunlukta.  Yazar O'Connor'ın kısa ve hastalıklı bir yaşamda nasıl üretken olabildiğini anlamak adına diğer hikâyelerini okuma kararı aldım.

İkinci hikâye ise Dino Buzatti’nin Yumurta'sı. Yazdığı metinlerde tasvir gücü çok yüksek yazarlara rastlayınca resim ya da fotoğraf sanatları ile ilgilenmiş olmalı diyorum. Tahminim bu sefer de doğru çıktı.  Ressam olan Buzatti’nin bu öyküsünde resmettiği ortam ve karakterler güçlü bir imaj yüklemesi yaptı zihnime. Büyülü Gerçeklik akımının temsilcilerinden biri olması da Yumurta’nın o düşsel atmosferini fazlasıyla açıklıyor. Sınıflar arası çekişmenin vurucu bir biçimde işlendiği metinde gündelikçi bir annenin, ev sahibesinin verdiği partide yapılan yumurta yarışını konu alır. Kızı Antonella’nın eli boş döndüğü yarışta bir kız çocuğu ona kendi yumurtalarından birini hediye eder. Ancak annesinin tepkisinden korkarak, elindeki yumurtayı Antonella'nın  çaldığını iddia etmesiyle ilerleyen öykünün sürpriz bir sonu var.

 

Antolojinin üçüncü hikâyesi ise Liliana Heker’ın Çalıntı Parti’si. Yoksul bir ailede yetişen yazarın bu yaşam tarzını edebiyatına yansıttığını görüyoruz. Bunun dışında detaylı bir bilgisine erişemediğim yazarın döneminin zorlu savaşlarını yaşamış, ünlü yazarlarıyla söz düellosuna girişmiş olması, güçlü kadınlar olma çabasındaki karakterlerini anlamamız için ipuçları niteliğinde. Din öğrencisi Rosaura’nın yeteneği ve edebi ile safiyane bir şekilde yaşarken gözlerini sınıf ayrımı gerçeğine anısızın açması yüreğimi burktu diyebilirim.

Gelelim bir Ernest Hemingway hikâyesine. On Kızılderili, bir yol hikâyesi. Yol üzerinde karşılaşılan “öteki” lerin değerlendirilmeleri üzerine. İçerikle bağdaşan bir mekân seçimi var yazarın. Hemingway’in doğayı müthiş bir perspektifle satırlarına yerleştirmesi beni hep büyülemiştir. Süt sağma, veranda, çıplak ayağa değen çiğ, atlar… İhtiyar Adam ve Deniz hikâyesine ışınlandım ara ara. Ergen psikolojisi adına anlamlı bir metindi. Kadim bir çatışma unsuru olan farklı kültürlerin birlikte olamama hâli, çok etkili verilmiş. Nick’in kalbinin kırıldığını okuduğumuz iç sesi oldukça saesıcıydı. Beyazların gözünden kızılı gördüğümüz hikâyede, ebeveynin ötekileştirmeyi çoktan “Ah şu Kızılderililer!” diye benimsediğini ama körpe bir dimağın kirli akıl değil temiz kalp ekseninden duruma yaklaştığını izliyoruz. Bu da gerçek hayatta karamsar diye yaftalanan yazarın, umudu nereye sakladığının apaçık gösteriyor.

Hint yazar Jhumpa Lahiri’nin kaleme aldığı Bayan Senn’in Evinde hikâyesi ise kanımın epey kaynadığı bir metindi. Sayfalarını soluksuz okuduğum, domestik içerikli bu hikayenin yazarı, bir söyleşisinde kendini tam anlamıyla Hindistanlı hissetmediğini aktarır. Bu hikâyesinde ise ülkesine ve yakınlarına kopmaz bağlarla bağlı bir kadın resmediliyor. Durum böyle olunca yazarın aslında hissetmediği ya da gerçeği olarak kabul etmediği temaları işlerken de ustalıklı olabileceğini görüyoruz. Bir de gastronomiyi usulca hissettirmesi yazarın diğer bir artısı bana göre. Okurunda yeni tatlar keşfetme şevki uyandırıyor. Her şeyden öte bir ev kadınının ülkesine duyduğu derin özlem ustalıkla metne yedirilmiş. Bir liman kentinden göç etmiş olmasını balık lezzetine olan düşkünlüğünde izlediğimiz bir başkarakter var. Onun hayatındaki yerel ve kültürel unsurlar metni uluslararası bir zemine taşımış. İki eş yani karı- koca arasındaki somut mesafe kültürel bir fark olarak öyküde yer alıyor. Pala adlı gereç ise, Çehov’un patlamaya hazır tüfeği gibi öyküde leit motif olarak kullanılıyor. Gerilim unsuru olarak okuru metin boyunca  teyakkuzda bırakıyor. Sonunu tam anlamıyla bir trajedi olarak beklerken görece yumuşak bir geçişle hikâyenin bittiğini okudum. Bayan Senn’in bakıcılığını yaptığı Eliot büyüdü. Belki de pala fiziksel değil de psikolojik olarak kesme işlevini yerine getirmiş oldu. Bu şekilde Eliot bakıcı bağını tümüyle kesti ve gençliğe adım attı denebilir.

Ingeborg Bachmann’ın Her Şey hikâyesi var sırada. Kesinlikle çok farklı bir bakış açısı taşıyan, kendi pedagojisinin derdinde bir erkek anlatıcının gözünden, çoğunlukla eşi Hanna üzerinden oğlu Fipps’in yetiştirilmesi hakkındaki fikirlerini okuyoruz. Yalın, gösterişten uzak, müdahalesiz bir tarzı benimseyen anlatıcının yerleşik birçok eğitim ve hayat düşüncesinin altını oyduğunu görmek gerçekten sorgulatıcı. Hikâyenin düşünsel ilerleyen satırlarına yıldırım gibi düşen son ise okuru sarsıyor.

Şişman Çocuk ise Marie Lusie Kaschnıtz’in çocuklara evinin kütüphanesini gönüllü açan bir kadının yolunun, donuk bir şişman çocukla kesişmesi ile başlar. Pek sevemediği bu çocuğun nezaketsizliğine içerleyen anlatıcı çocuğu takibe alır. Bu takip aslında kendi çocukluğuyla yüzleştiği tekinsiz bir yolculuğa dönüşür.

Bruno Schulz’un Tarçın Dükkânları ise gerçeküstü tınısı çok yüksek bir hikâye. Okuru yer yer zorlayan mekân ve zaman kavramları, onu masalsı bir doğanın kucağına iter:

“ Yılda ancak bir kez yaşanan böyle bir gecede, insan esinlenir, içini sevinçle dolduran düşüncelere kapılır; şiirin kutsal parmağının kendisine dokunduğunu duyumsar.”

Gizli Oyun, Elsa Morante’nin üç kardeşin baskıcı bir aile ortamından, kendi kurdukları masalsı oyunlarla kaçışını resmeder. Resmeder diyorum çünkü yazar tuvale vurulan fırça gibi kullanır sözcüklerini. Üç kardeşin ayrı kişilikleriyle düşsel ve uzak bir gezegende gelişen bir roman kurmasını işler. Bu kurgunun ana malzemeleri olan perukalar, kılıç ve kocaman şapkalar, şaşırtıcı kıyafetler okurun gözünü okşar. Anne ve babalarına yakalandıkları anlar ise okuru ürpertir. Hikâye ile ilgili en çok, yetkin bir öz Türkçe kullanımı beni etkiledi. Tan sökümü, yengi, sakınım, ardalan… Nasıl da büyüleyiciler değil mi?

Truman Capote’nin bir okur olarak bende hayli yüksek etki bıraktığı ve çağrışım gücü çok yüksek hikâyesi Miriam, Mrs. Miller’in evine o istemeden konuk olan küçük bir kızdır. İkili arasındaki tuhaf ama bir o kadar merak uyandırıcı ilişki metnin ana konusudur. Hikâye sonlandığı zaman, oturduğum yerde uzun süre Mrs. Miller gibi donuk baktım etrafıma. Yaşadıklarının da hemen herkesin kapısını çalabilecek bir yüzleşme olduğunu eklemem gerek.

Silvia ise Julio Cortazar’ın kaleme aldığı sıra dışı bir kurgu. Anlatıcı karakterin bir çocuk grubu üzerinden izlediği insani ilişkiler isabetli yorumlar içeriyor. Sonu belirsiz bu metnin yorumu okura ait.

Ray Bradbury, Göl adlı hikâyesinde sahilde oynarken gözden kaybolan arkadaşını kaybeden bir karakterin bu anı üzerinden büyüme hâli okura aktarılır.

“Düşündüm; insanlar büyür. Ben büyüdüm. Ama o değişmemişti. Hâlâ küçük. Hâlâ genç. Ölüm büyümeye ve değişmeye izin vermiyor. Hâlâ altın sarısı saçları var.”

 

J.D. Salinger’in Teddy adlı hikâyesi sondan dördüncü anlatı.  Adem’in Cennet’te yediği elma var ya; hani İncil’de sözü geçer. O elmanın içinde ne vardı biliyor musunuz? Mantık vardı. Mantık entelektüel bir safsata.” satırlarının yer aldığı metin Teddy isimli bir çocuğun ailesiyle yaptıkları gemi seyahatiyle başlar. Sonrasında güvertede Teddy’nin Bob Nicholson adlı genç adamla giriştiği felsefik diyalogları okuruz. Meditasyon ve duygulardan arınma vurgusu taşıyan cümleler Teddy’nin yaşından büyük olsa da onun üzerine iyi oturur.

Patrica Highsmith Kurban ‘da oldukça ezber bozuyor. Küçük yaşına rağmen giyindiği kıyafet ve yaptığı makyaj sebebiyle ciddi mağduriyetler yaşan bir kızın anlatısı yalın bir biçimde anlatılsa da okurun kafasına balyozla vuruyor. Ailesinin onu korumadaki yetersizlikleri ise okuru ayrıca hırpalasa da cinsel istismarının zirvede işlendiği bu eser kesinlikle şaşkınlık verici.

Roald Dahl’ı bu seçkideki birçok ismin önüne koymamdaki sebep onun Çocuk Edebiyatı alanında tartışmasız en öncü bir isim olması. Mathilda, Dev Şeftali, Bay ve Bayan Kıl, George’un Harika ilacından sonra bu yetişkin öyküsünü okumak kendi adıma sevindiriciydi. Müthiş akıcı Georgy Porgy adlı hikâyesinde satırlar boyu genç bir rahibin kendini kadınlardan koruma savaşımına şahit oluruz. Bu savaşımın detaylarından, annesi ile yaşadığı ilginç çocukluk sohbetleri ve yaptığı fare deneyi zihnimde çok yer etti. “Her yaraya bir merhem bulunur.” sözü ile hikâye kapanınca zihnimin odalarında artık bambaşka bir Roald Dahl kurgusu daha kayda geçti. Öptüm Seni hikaye kitabına başlamak için sabırsızım.

 

             Ve son olarak, seçkide Saki’nin Masalcı Amca’ yer alıyor. Antolojinin en sonunda yer alsa da, benim ilk okuduğum hikâyelerden biriydi bu. Haylaz yeğenleri ile seyahat eden bir teyzenin karşı koltuğunda oturan başka bir yolcuyla yaşadıklarını konu edinen anlatının en güzel yanı nitelikli ve ilgi uyandıran bir masalın tüm çocukların dikkatini ve merakını celbedebileceği. Böylece treni birbirine katan küçük çocukların, komşu yolcu amca sayesinde hipnoz olmuşçasına bir masalın kanatlarında uçtuğunu görürüz.

            Uzun bir yazı oldu farkındayım. Ama iyi bir başlangıç yazısı bunu gerektirirdi. Saydığım 16 eşsiz güzellikte hikâyenin okuru olmaya varsanız, buyurun bu seçkiyi gönül rahatlığıyla edinin.


 Eser: Çocuklar Ve Büyükleri

 Yazar: Murathan Mungan

 Dil: Türkçe

 Sayfa Sayısı: 206

 Yayınevi: Metis Yayınları 

 

 

 


Çocuklar ve Büyükleri

ÇOCUKLAR ve BÜYÜKLERİ İlk yazımı blogumun ismine ilham olan Murathan Mungan'ın derlediği Çocuklar ve Büyükleri  üzerine yazmak istedim. ...