30 Ekim 2020 Cuma

YILKI ATI ÜZERİNE

 


Yılkı Atı, daha ilk satırlarından okurunu bağlayan, farklı bir kurmaca dünyasına girdiğini düşündürten bir kitap. Yerel ağzın oyunlarıyla buyur edildiğiniz köy atmosferi yazıklamalar ve lanetlemelerle sizi önce çarpıyor. Sonra edilen bedduaların bile edebî bir estetikle yapıldığını gördükçe bu negatif dil sizi gülümsetiveriyor.

Kitaba ismini veren yılkı terimi, başıboş bırakılmış at anlamında. Doru Kısrak senelerce hizmet ettiği, şampiyonluklar kazandırdığı sahibi tarafından artık kuvvetsizleşti diye ovaya salınır. Bu şekilde başlayan hikâye Doru Kısrak’ın dahil olduğu atlar cemaatinin neler hissettiğine odaklanır eserin sonuna kadar. Asi ve özgür bir son, yazarın karakterinden aldığı bir intikam gibidir adeta. Üssünoğlu İbrahim hem Doru Kısrak hem onun yavrusu al taydan çok ekmek yemiştir. Ama Doru Kısrak’ı yılkıya bırakışı hayvanı neredeyse büyük bir depresyona sokar. Kılını, kuyruğunu kıpırdatmak istemez. Ta ki ayazda kurt saldırına maruz kalana kadar. Canından geçmiş görünen kısrak can korkusuyla öyle bir hareket eder ki okur olarak şaşırırsınız. Yaptığı çalımlar, kurdu yaralayışı belgesel filmi tadındadır. Ardından kısrak, Kaşifinoğlu tarafından geçici olarak sahiplenilir ve öz bakımı o kadar yoğun yapılır ki bir anda eski günlerindeki enerjisine kavuşur. Onu bu şekilde gören sahibi İbrahim tekrar atına kavuşabilmek için oğlu Mustafa ile plan yapar. Yavrusu al tay ile kısrağı yakalama peşindedirler. Al tayı kullanarak Doru Kısrak’ı kapana kıstırmak isterler. Bu macera kısrağın yakalanmasıyla mı yoksa başka bir sonla mı neticelenir bunun bilgisini vermek istemiyorum. Ancak eserin anlatımındaki lezzetten bahis açmak istiyorum.

Abbas Sayar bir Cumhuriyet Dönemi yazarı olarak toplumcu gerçekçi hizadan biraz farklı bir sanatçı. Kitabın sayfaları köy yaşamının zorluklarından çok terk etme ve terk edilme psikolojisi üzerine kurulu. Doru Kısrak’ın sahibi Üssünoğlu ona türlü emeği geçmiş atını yılkılığa terk edişini gelenekle açıklar. Böyle avutur kendini. Zaten bu böyledir, böyle olagelmiştir Doru Kısrak’ın zihnini okuduğumuz satırlarsa şöyle:

Köy, sağ aşağısında kalmıştı. Görünmüyordu artık. Ama Doru da hiç mi hiç görmek istemiyordu. Ne köyü, ne insanlarını... Hele Üssüğünoğlu mu? Şeytan göreydi yüzünü... On beş yıllık emeğinin armağanın eline vermişti. İşte, ser sefildi yazı yabanda.”

Bunun yanında terk edilen atın bir fabl gibi konuşturulmadan sadece iç dünyasına odaklanılarak yazılmış satırları çok etkileyici bana kalırsa. Bir atın iç dünyası, neler hissetmiş olabileceği, ayaz bir kış ortasında hayatta kalma çabası gerçekçi bir derinlikle işlenmiş. Bu pasif direniş beni aşırı sarstı diyebilirim. Karın o içe işleyen soğuğunu, Doru Kısrak’la ben de hissettim. Kurtlar karşısındaki amansız duruşunu – depresif ve hayattan kopuk durmasına rağmen- çok sevdim. En çok sevdiğim ise elbette eserin sonundaki yavru al tay ve anne at buluşmasıydı.

Eser: Yılkı Atı

Yazar: Abbas Sayar

Sayfa Sayısı: 120

Yayınevi: Ötüken Neşriyat

Yaş: +

18 Ekim 2020 Pazar

BİTKİLER OKULU

 



Geçtiğimiz perşembe günü, yaşamını sadece şiir yazmaya adayan şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aramızdan ayrılışının on ikinci yılıydı. Mustafa Ruhi Şirin’in bin yıllık bir zeytin ağacı altında usta şairin berceste dizelerini okuduğu tek kişilik anma gösterisini görünce hızlıca kitaplığıma yöneldim. Bitkiler Okulu’nu kaptım ve içindeki en sevdiğim şiiri okumaya koyuldum:

Ağaçlar esen yeli sever
Esen yel

Ağaçları sever


Kuş
İkisini birden sever


Çocukların hepsi
Üçünü birden sever”


Çocuk fıtratı ancak bu kadar net ifade edilebilirdi. Sonra şiir kitabının diğer sayfalarını çocuksu bir heyecanla araladım. Sebzelerden meyvelere, ağaçlardan otlara kadar her bir canlı ayrı bir şiirin kahramanıydı.

Güneş en bilge öğretmen.

Fasulye kendiyle oynayabilir kâh bilye kâh top gibi.

Soğan bir düşünce yuvarlağıdır.

Enginar geceleri ay dedesi, günebakan güneşi bütün günlerin.

Yaprakları birer sözcüktür maydanozun, lahana kocaman bir düş saray.

Bitkiler arası bir giyim yarışması bile düzenlenir şiirlerde. Kazanan pırasadır uyumuyla en su gibi olan.

İşte bitkilere yüklenen bu imgeler beni hem şaşırttı hem de güldürdü. Her bir sebze ve meyve dile gelse neler konuşurdu kim bilir. Belki sınırsız faydalarından belki de köklerine sıkılan zehirli ilaçlardan.

Bitkiler Okulu bir dipnotla sonlanıyor. Hürriyet gazetesinin 1993 yılına ait haberi ile:

“Konuşan Salatalık

ABD’li bilim adamları bitkilerin ses çıkarıp işitebildiklerini iddia ediyorlar. Prof. Milburn’ Ultra ses dalgalarını anlayabiliyoruz. Örneğin su isteyen bir salatalığın sesi rahatlıkla duyulabiliyor. Üstelik sesi de bir bardaktaki limonatanın sın damlalarını kamışla çektiğiniz anda çıkan sese benziyor.’ diyor”

 

17 Ekim 2020 Cumartesi

EVET, ÇOK İYİ ÇİKOLATACA KONUŞURUM!


 


Bazı kitaplar vardır ki ismine vurulup alırsınız. İçeriğine bir bakmak ya da sayfalarında dolanmak o an oyalayıcı gelir. Ya da vazgeçmek istemediğiniz için kapıverirsiniz o sıra dışı kitabı. Cas Lester’in yazdığı Çikolataca Konuşur Musun?da benim için öyle bir kitap! Kapak tasarımının etkileyiciliğinden de bahsetmeliyim. Emojiler, kuş ve at figürleri, mutfak araç gereçleri, kalemler, cupcake ve lokum imajları gayet ahenkle birleşmiş. Kitap kapağının üzerinde ise iki kız çocuğunun kucaklaşması yer alıyor.

Dört çocuğu ve Brambe isimli bir köpeği ile yaşayan yazar, İngiltere’de çok sayıda çocuk kitabı yayınlamış. Çikolataca Konuşur Musun?  yazarın okuduğum ilk kitabı. Aslında bu kitaba sadece isminin özel oluşuyla ilgilenmedim. Mülteci hakları üzerine yaptığım araştırmalar sonucunda eriştim. İyi ki kurgusu gayet donanımlı, mülteci çocuk ve ailelerin neler yaşadığına ilişkin sağlam veriler sunan bu kitabı soluksuz okumuşum.

Kitabın ana karakteri Jaz. Nadima ise onun henüz İngilizce’yi bilmeyen Suriyeli arkadaşı. Esasında kitap ismini bu dil probleminden alıyor. Uzun bir süre bu iki arkadaş vücut ve emoji diliyle anlaşıyor. Görsel yazışmalar kitabın içeriğinde resmediliyor. Aradaki sevimli yanlış anlaşılmalara sesli güldüğünüzü fark ediyorsunuz.


Nadima bilinenin aksine Kürt bir genç kız. Ben Arapça kelimeler görmeyi beklerken Kürtçe diyaloglarla karşılaşınca açıkçası şaşırdım. Sahi ya, Suriye’de çok çeşitli ırklar var. Bu gerçeğe uyandım önce. Ardından Nadima’nın ailesi bıraktıkları ülkelerinde göz kamaştırıcı bir şeker dükkânına sahipken savaş nedeniyle bir anda beş parasız kalırlar. İngiltere’deyse Türk lokumu yaparak geçinmeye çalışırlar.

Kitabın yirminci bölüm başlığı “ Spas Dikum!” yani Teşekkür Ederim. Bölüm sonu cümleleri ise çok çarpıcı: “Arabada cadde boyunca giderken diğer evlere baktım ve bunun garip olduğunu düşündüğümü hatırladım. Onlar da herkes gibi sıradan bir caddede, sıradan bir evde yaşayan sıradan insanlardı. Ama herkes gibi değillerdi, değil mi? Nadima’nın hikayesi sıradan değildi değil mi? Ve kimse bilmiyordu.”

Jaz’ın bakış açısıyla okuduğumuz satırlar onun girişimci ruhunu ve bu uğurda sarf ettiği çabayı komik kılıyor. Nadima’ya odaklandığı satırlardaysa ona yardım etmek isterken nasıl bir çuval inciri berbat ettiğini okuruz. Bağış Haftasında toplanan parayı ona ve ailesine adamak istemesi, Nadima’yı çok kırar. Aralarına giren soğukluğun telafisi ise Nadima’ya verdiği Best Friends Forever bilekliği ile olur. Birlikte eski birkaç fotoğrafa baktıklarında ise Nadima bir aile albümleri olmadığını açıklar. Savaş bombaları nedeniyle yaşadığı tramvayı gözyaşları içinde Jaz’a anlatır. Jaz ise “Annem de dedemin cenazesinde ağladı. Ama hiç kimsenin böyle ağladığını görmemiştim. Kimsenin canının bu kadar yandığını görmemiştim.”der.

Havai fişeklerin Nadima’yı neden korkttuğunu anladığımız satırlar çok üzücü: “ Bomba gibi olmak. Bomba ve silah. Işık ve bam, ışık ve pat pat pat!”

 

Kitabın sonlarına doğru ise iç ısıtan bir merak söz konusu. Jaz, Best Friends Forever yani Sonsuza kadar En İyi Arkadaşlar tanımlamasının Kürtçesini öğrenir: Hevalê baş ê her demê!




Sonrasında büyük bir Suriye haritasından Nadima ve ailesinin İngiltere’ye gelene kadar dört gün boyunca yürüdüklerini okuruz. Bir adam Nadima’nın babasına onları Avrupa’ya giden bir bota götürebileceğini söyler. Bütün paralarını alır ve Nadimalar bir sürü insanla küçük bir bota binmek zorunda kalırlar.

“Sen ve Nadima’nın çok büyük bir dil engelini aşıp arkadaş olmanızın harika bir şey olduğunu düşünüyorum. Gerçekten.” diyen öğretmenleri her iki genç kızın çabasını över. Böylece kitabın sonuna gelmiş, harika bir dostluğun bütün engellere rağmen mümkün olduğunu hatırlamış oluruz.

Eserin sonunda ise birbirinden lezzetli üç tarif bizi bekliyor. Jaz ve Nadima’nın Çikolatalı Türk Lokumu, Nadima’nın Annesinin Mükemmel Fettuşu, Jaz’ın Muhteşem Ton Balıklı Makarnası.

Mülteci meselesi üzerine yazılmış bu kitap bence meramını okura gayet net geçiriyor. Her bölümü ayrı heyecanla okutmayı başaran yazarın anlatımı ve kurgusu bu ciddi meseleyi hayatlarımıza nasıl davet edebileceğimizin yollarını sunuyor. Kitaba ilişkin eleştireceğim bir noktaysa şu: Evet, tutunabilmeyi başarmış mülteci vatandaşlar var, peki ya tutunamayanlar? Onların ahvali ya da duydukları destek ihtiyacı kitaba bir bölümde sızamaz mıydı? Nadima, kendisi için toplanan bağış paralarını reddedecek gururu koruyabildi. Ya bu gururu da yerle bir olmuş başka Nadimalar, Beşirler, Hasanlar nasıl kıyıya vurmadan su yüzüne çıkabilir?

 

Eser:Çikolataca Konuşur Musun?

Yazar: Cas Lester

İç Tasarım:Nur Kayalap

Dil: Çeviri- Dilara Baytekin

Sayfa Sayısı: 240

Yayınevi: Genç Timaş Yayınları


15 Ekim 2020 Perşembe


 BİR GARİP'TEN MASALLAR


İşte, bir Garip Orhan Veli’den La Fontaine’in Masalları! Bu kitaba ilk rastladığımda çok şaşkındım. Orhan Veli benim için o güne kadar Garip şiirinin en sevgili üyesiydi. İstanbul’a her kulak verdiğimde gözlerimi onun sayesinde kapadığım, Boğaziçi’ni bir garip sükûnetle seyre daldığımda onun dilinden bir türkü tutturduğum şairdi. Bu yüzden, oğluma ilk aldığım kitaplardan birinin çevirmeni olacağını hiç düşünmezdim. Zaten Çocuk Edebiyatı ile ilgili beni her defasında şaşırtan, yetişkin edebiyatı eserleri ile hemhal olduğum yazar ve şairlerin bu alanda da nitelikli eserler vermiş olması. Misal, Sabahattin Ali’nin Ayran’ı, Vüs’at O. Bener’in Havva’sı, Orhan Kemal’in Çikolata’sı… Hepsinin yeri bende apayrı! Orhan Veli’nin “Bu kitapta okuyacağınız şiirleri gerçi sizin için tercüme ettim. Ama hiçbir zaman onları çocukça bulmadım.” önsözü ile başlattığı bu manzum masalları yeniden okumak benim için farklı bir soluk oldu. Hep düz yazı ile önüme serilen bu hayvan masallarını şiir diliyle okuduğumda oğlum da çok sevdi. Kitabın çizimleri ayrıca çok renkli! Çizimlerini Mevlana İdris’in kitaplarından aşina olduğum Dağıstan Çetinkaya yapmış. Aslanlar, maymunlar, yılanlar, eşekler bu sayede orijinal kılıklara bürünmüşler.


Kitabın açılışı bir klasik olan Cırcır Böceği ve Karınca ile yapılmış. Hemen her çocuğun zihin kodları arasında yer alan bu masalda, Cırcır böceğini karıncaya yalvarırken şöyle görürüz:

“- İnayet buyurun, dedi,

Yemin billah ederim,

Eylül’e kalmaz öderim.”

Karınca böceği cevaplamakta geç kalmaz, bu ricacıya çıkışır:

“-Ne yaptınız yaz boyunca?

-Ne mi yaptım? Saz çaldım, saz!”

-Ya, öyle mi? Demek ki siz

Yazı sazla geçirdiniz;

Şimdi de oynayın biraz.”

Neredeyse ezbere bildiğim bu sahneleri tekrar okumak, hele bir de Orhan Veli’den okumak bir şans!

Kitap toplamda 51 masaldan oluşuyor. İçlerinde çok iyi bildiklerim kadar, duymadıklarım da var. Oduncu ve Ölüm, hiç bilmediğim bir masal. Adeta Orhan Veli’nin poetikasının ayaklı temsili gibi:

“Şu dünyaya geldi geleli gün mü görmüştü?

Var mıydı daha talihsiz bir kulu Tanrı’nın?

Bir lokma ekmek için miydi bu çektikleri”

Masalın bitiminde ise şairin sesi baskın gelir ve okurunu hem uyarır hem teselli eder:

“Ölüm çok derdin panzehiridir,

Biz yine halimize şükredelim

Ölmektense katlanmak iyidir

Sözün gereğince gidelim.”

Böylece ironik bir sitem yollar Orhan Veli liyakatin değer görmediği bir dünyaya.

Her bir masal için söylenecek çok söz vardır elbette ama benim yazım burada sonlanıyor. Diğer güzel masalları keşfetmek sizin elinizde! Gerçi Veli, “ Yalnız bunlara ne masal demek doğru, ne de hikâye. Fransızlar fable diyor.” diyor. Bir de :

“Bir çocuk ne anlar sevmekten?

Ne anlar ki sevgi uğruna ölmekten

Ne anlar yaşam nedir, dünya ne?

Hep umut vardır o küçücük yüreğinde…

Karanlıkta aydınlık hisseder

Olmayacak sevdaya olur der

Ben de çocuğum ve cezalıyım…”

 

 Eser: La Fontaine'in Masalları

 Yazar: La Fontaine

 Dil: Çeviri- Orhan Veli

 Sayfa Sayısı: 93

 Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Yaş: 8+

 

 

 

 

 

14 Ekim 2020 Çarşamba


 

KİRAZ HANIM’IN PEK NEŞELİ VE LEZZETLİ MUTFAĞI

Kendi mutfağım dışında bir mutfakta bulunacak olsaydım bu kesinlikle Kiraz Hanım’ın Mutfağı olurdu. Slyvia Plath’in sıra dışı kaleminden dökülmüş tam üç hikâye yer alıyor bu mutfakta, ay pardon kitapta. İlki, Yatak Kitabı. Manzum bir hikâye. Çevirisi de gayet başarılı. Bir yatak üzerinden kurulan hayal ve rüya âlemi kısa ama lezzeti damakta bırakan bir okuma keyfi sunuyor. Hiç Önemi Yok Elbisesi ise ikinci hikâye. Sanki kitaptaki metin sıralaması lezzeti güzel olandan çok daha yoğun olana doğru diye planlanmış.  Çünkü Hiç Önemi Yok Elbisesi ilk hikâyeye oranla benim için daha duygu yüklü ve anlamlıydı. Yedi erkek kardeş ve bir babanın giyecekleri elbiseyi hayal etmeleri üzerine. Ancak tasarladıkları takım kıyafete kavuşmalarına rağmen çeşitli çekinceleri yüzünden bu kıyafeti giyemezler. Nihayetinde en küçük kardeş Max, annesinin gerekli onarımı yapmasıyla babası ve altı ağabeyinin denediği ama giyemediği kıyafeti, hakkını vererek giyer. İçeriğe dair çok detay vermiş olabilirim ama kurgunun naifliği buna sebep.

Ve sonuncu hikâye Kiraz Hanım’ın Mutfağı. Daha ilk pasajla birlikte enfes bir mutfağa adım atmıştım. Kızarmış tavuklar ve yaban mersinli keklerin kokusu burnumda tütmüştü. Dana kızartması ve zencefilli ekmekler de öyle. Tabi ya “Kiraz Hanım ile Kiraz Bey’in sürekli şişmanlamasına, yanaklarının pembeleşmesine şaşırmamak gerek.”

David Robert’s eğlenceli çizimleriyle çok tatlı iki tonton ve şirin mutfak resimleri ile hikâyeye en baştan ısınıvermiştim. Ekmek makinesi, kahve makinesi, waffle makinesi ve diğer araçların isteklerini yönetecek olan iki afacan mutfak cini. Nasıl büyülü bir atmosfer bu! Bu güzelim atmosferi değiştirecek olan ise mutfak ekibinin rollerini birbiri ile değiştirmek istemesi. Sonrasını anlatmayacağım tabi ama Slyvia Plath’in düş dünyasının ne denli renkli olduğuna şahitlik etmek beni çok mutlu etmişti. O nedenle keşke ama keşke ( bu kelimeyi çok nadir kullanırım) daha çok yazacak bir ömre sahip olsaydı.

Dünyayı terk etmek istemesinin kendince haklı sebepleri vardı Plath’in. Giderken bile çocuklarının ekmeğini ve sütünü ihmal etmeyip, odalarını korunaklı hâle getirip bu dünyadan göç etmesi beni her hatırlayışımda çok üzer. Bu kadar umut dolu bir kalemin, neşesini yazdıklarına yansıtmış bir kadın yazarın diğer eserlerini okumaya bu şekilde başlamıştım. Başta şiirleri, sonrasında Günlükler’i pek de yazdığı çocuk kitabı kadar hayat dolu değil. Yazdığı her dize ve satır okurunun yüreğini sıkıştıracak kadar hüzün yüklüyken başta çocukları için ürettiği metinler nasıl bu denli renkli ve ümitli olabiliyor diye çok düşünürüm. Aslında cevap çocukluğun bizzat kendinde saklı. Çocuk dünyasının neşesi ve duru tarafı bana kalırsa başta yazara sonra da okurlara şifa. Bu şifadan hep yararlanmak dileğiyle.

Güzel uyu Slyvia Plath!


Eser: Kiraz Hanım'ın Mutfağı

 Yazar: Sylvia Plath

 Dil: Çeviri- İlknur Özdemir

 Sayfa Sayısı: 85

 Yayınevi: Kırmızı Kedi Çocuk Yayınları

 

11 Ekim 2020 Pazar

 



İÇİMDEKİ MÜZİK: TEKNOLOJİK AYGITIYLA BENLİĞİNİ BULMAYA ÇALIŞAN BİR ENGELLİ ANLATISI

                                                                                                “Beni bıraktılar.”

“Ve kaybettiler.” (242)

            Sharon M. Draper’in 2016 yılında okurla buluşan kitabı İçimdeki Müzik gençlik edebiyatı sahasında engelliliğe dair kaleme alınmış ender eserlerden biridir. On bir yaşındaki spastik ikili kuadriplaj “beyin felci hastası” Melody’nin konuşamayışını ve hareketsizliğini merkeze alan anlatı, karakterin aynı zamanda zihinsel engelli olarak algılandığı yanılsamasını işler. Oysa çok iyi bir fotografik hafızaya sahip başkarakter, müziğe de ilgili başarılı bir öğrencidir. “Normaller” sınıfında edindiği bilgisayarı Medi- talker sayesinde bu başarısını sınıf arkadaşlarına ve öğretmenlerine kanıtlar. Ancak kendi benliğini onlara kabul ettirebilmesi için bu bilgisayarın yeterli olmadığını görürüz.

Öncelikle İçimdeki Müzik’in ben anlatıcısı Melody iç dünyasının aktarımı yönüyle başarılı bir engelli romanıdır denebilir. Başkarakterin gözünden izlediğimiz olay ve davranışlar her ne kadar sübjektif olsa da İçimdeki Müzik beden anlatısı bağlamında engelliliği iyi yansıtır. Anlatı boyunca başkarakterin engeli merkezde olsa da, okur olarak Melody’nin engeliyle barışık bir tablo sergilediğine şahit oluruz. Özelikle kardeşinin dünyaya geldiği süreçte kendi bedenini onunla kıyasladığı bölümlerde, sağlam bir bedene öykünme düşüncelerini okuruz. Bu durum - aynı anne babadan farklı bedenlerde doğmuş olmak -Melody’i küskünlüğe sevk etmez. Aksine çok sevdiği ve tarafından çok sevildiği bir kardeşi olduğu için mutludur.

Romanın dönüm noktasını oluşturan olay, Melody’nin yakın arkadaşı Rose’un bilgisayarından öykünerek ‘kendine göre’ bir bilgisayar aramasıdır. İdeal bir aygıt belirlendikten sonra bekleyişi uzun süren prosedürler ana karakteri ve ailesini yorsa da sonunda Melody hayali olan Medi- talker’a kavuşur. Öncesinde çevresiyle iletişim kurmak için kullanmış olduğu basit tahtaya göre daha donanımlı olan bu teknolojik aygıt, Melody’nin yardımcısıyla birlikte içine yükledikleri komutlar sayesinde onun en büyük gerçeği olur. Çok sevdiği bir şarkıdan esinlenerek adını Elvira koyduğu bilgisayarı ile “hayatında ilk defa bir grubun parçasıymış gibi”(126) hisseder. Bu gelişmeler sonrasında ise Melody’nin bilgisayarı sayesinde zihnini çevresine yansıtmasını izleriz. İşte onca zaman ailesi ve bakıcısının yoğun ilgisiyle ayakta durmaya çalışan Melody de, elde ettiği bu teknolojik erk sayesinde kendi tercihlerini birebir belirtme özgürlüğüne kavuşur. 

Anlatının ilerleyen bölümlerinde ise Melody,  Akıllı Çocuklar Bilgi Yarışması’nda takımın asil üyesi olacak kadar üstün bir performans sergiler. Ulusal bir TV kanalında bir röportajcının onunla yaptığı söyleyişi ve gazetede takımın tek temsilcisi olarak Melody’nin gösterilmesi sınıf arkadaşlarının hoşnutsuzluğuna yol açar. Kendilerini Melody gibi engeli yüksek bir öğrencinin temsil etmesi sadece arkadaşlarını değil onları sınava hazırlayan öğretmenlerinin tavrını da etkiler. Yarışmadan önce Claire isimli zorba bir arkadaşının   “Ama… ama… tuhaf gözükeceğiz. Herkes bize bakacak.” (166) itirazı, bireyin engeli ile etiketlenmesinin bir örneği olarak metinde yer alır.

Ayfer Gürdal’ın yüksek lisans tezi olarak yazdığı ve sonradan kitaplaştırdığı Türk Çocuk Edebiyatında Engellilik: 1969-2009’a göre muktedir olanın bakışı anlatıda dil aracılığıyla üstenci bir tutum oluşturmaktadır. “Eğer Melody Brooks ilk turu geçebiliyorsa, sorularım demek ki yeterince zor değil.” (138) diyen muktedir ideolojiyi temsil eden öğretmen, sınıf arkadaşlarının gözünde engelliyi “hafifsenen” bir konuma yerleştirir. “Eğer” edatı kullanımı ile engellinin sergilediği başarı küçümsenmiş, öğrenci kolayı başarabilen biri olarak etiketlenmiştir. Engellinin “tuhaf insan” olarak düşünülmesi de, dil aracılığıyla taşınan önyargılara, tutumlara ve toplumsal değerlere örnektir. Zihinsel engeli olmadığı hâlde böyle algılanan başkarakter, bilgisayarı ile bütünleşerek diğer “normal” arkadaşlarına nazaran öne çıkan bir sözel başarıya imza atar. Melody’nin damgalandığı noktayla başa çıkma stratejisi ona sınıf başarısı getirirken akranları arasındaki empati yoksunu sınıf arkadaşları onu görüntüsünden dolayı “tam insan” not quitehuman olarak görmemeye devam eder.

Öte yandan yarışma sahnesindeki görevlinin direkt Melody ile diyalog kurması ise karakter adına şaşırtıcıdır: “Doğrudan benimle konuşuyordu, annemle ya da Catherine ile değil.” (176). Bu şekilde Melody kendi cihazı ile başarısını kendine kanıtlarken, kurduğu insani ilişkilerde gördüğü kısmî destek onun benlik saygısını geliştirir niteliktedir. Melody’nin Elvira sayesinde damgalandığı alanda hâkim duruma geldiğini görürüz.

Anlatının devamında, belki fiziksel bir kapatma söz konusu değilse bile engelli karakteri geride bırakarak yol almak, takımın onu “uğursuz” addetmesi demektir. Uçuşun ertelendiği bilgisi kendilerinden gizlenen Melody’nin anne ve babası bu durumu kabullenemezler. Melody ise bu kandırmaca karşısında hayal kırıklığı içinde çaresiz kalır. Eserin sonunda, yarıştan aldıkları mağlubiyetle sınıfa geri dönen yarışma takımını içindeki kırıklıkla sorguya tutan Melody’nin aldığı cevaplar kırgınlığını derinleştirir. Çünkü ne arkadaşları ne öğretmeni sundukları basit mazeretlerle haklı çıkarlar. Anlatı, Melody’i sergilediği üstün başarıya rağmen kasıtlı geride bırakmanın bedelini, onları yarışmada yenilgiye uğratarak ödetir.

Sonuç itibariyle İçimdeki Müzik romanı, ben anlatıcı yoluyla çizdiği engelli portresiyle sahici bir ton yakalamıştır. Başkarakterin edindiği bilgisayar yoluyla zihnini dışa vurarak öz saygısını daha da geliştirip “itaatkâr” bir bedene eriştiğini söyleyebiliriz. Ancak bu saygının akranlarının çoğundan gelmediğini, hatta eğitmenlerin bizzat dil ve tavırla onu etiketlediğini görmek henüz engelli bireylere tam anlamıyla empati duyulamadığının kanıtıdır. Yine de ailesinin yoğun sevgisi, diğer iyi insani ilişkiler biraz olsun Melody’nin “ayakta durmasına” imkân sağlamıştır.  Ancak tüm yoğun çabalarına ve aldığı teknolojik desteğe rağmen engelli bireyin görmezden gelindiğini, üstenci bir bakışla tuhaf ilan edildiğini, hak ettiği başarıdan mahrum edildiğini izlemek sarsıcıdır. Yaşanan sıkıntıların büyüklüğüne rağmen tüm farklılıkların tek potada eriyeceği bir düşün bayraktarlığını yapan İçimdeki Müzik etkileyici bir engelli romanı olmayı böylece başarır.

 

Eser adı: İçimdeki Müzik

Yazarı: Sharon M. Draper

Dil: Çeviri -  Zeynep Kürük

Sayfa Sayısı: 256

Yayınevi: Timaş Genç

9 Ekim 2020 Cuma

 


HAYATIN O GÜZEL ŞARKISI HİÇ BİTMESİN

Şeker Portakalı
’nı okumayan çocuk yoktur sanırım. Haydi iddiamı biraz geri çekeyim. Bu eserin ismini duymayan çocuk yoktur. Çocukluğuma eşsiz bir dokunuş yapan bir kitap Şeker Portakalı. O zamanlar hızımı alamayıp devam kitaplarını okuduğum, bu yaşımda bile o tatlı heyecanı okuduğum diğer kitaplarda aradığım bir klasik. Yakın zamanda yolum yazdığım bir hikâye için keşişti bu eserle. Sahi, Zeze Şeker Portakalı’yla nasıl sohbet ediyordu diye araladım sayfalarını. İnsanın çocukluğuna, o anların vazgeçilmez coşkusuna ışınlanması bu kadar kolay mıydı diye düşündüm bunu yaparken. Neden araya yirmi yıl sıkıştırdım diye hayıflandım. José Mauoro de Vasconcelos’un diğer kitaplarını da okuma karar verdim. Vee ilk sırayı Hayatın O Güzel Şarkısı’na verdim.

Adını andığım eserin bir uçak seyahati için yeterli bir kalınlığı vardı. O seyahati özel kılacak harika bir kitap olduğunu pek kestiremedim bu tercihi yaparken.  Meğer diğer kitaplarında da ne büyülü yazarmış Vasconcelos. Bir yanımda oğlum bir elimde kitaptaki sihirli kelimeler tekrar dönüverdim o haylaz günlerime…

Ortalama bir çocuk hikâye kitabı değil Hayatın O Güzel Şarkısı. 5 ayrı hikâyesinin yolları birbiri içinde kesişiyor. Bu durumun önbilgisi kapakta verilmediği için okura sürpriz bir jest yapılıyor adeta. Ya da ben öyle hissettim. Çiftlik önsözünün ardından Güneşe Övgü hikâyesi ile özgür bir kuş olarak uçmanın bedelini kafese kapatılmakla ödeyen İracema’ya içerledim.  Akvaryum adlı hikâyede ise yine geniş denizlerdense akvaryumda yaşamayı arzulayan minik balığın hayal kırıklığına şahit oldum: “Saatin tik takları, göğsümün içinde atıyordu sanki: yalnızlık…yalnızlık…yalnızlık…”

Altın Tay’da ise farklı bir hayvanın üzücü akıbeti yer alıyordu Şampiyonluk için yetiştirilen bu tay Satürn’dür artık. Ayağındaki kırık nedeniyle eski çocukluk ve aile günlerini özlemle anan bu atın; “İnsanlar ne kadar da aptaldı! Biz onların dilini anlayabiliyorduk da, onlar neden bizimkini anlayamıyorlardı?” deyişi farklı bir bakış kazandırdı bana.

Sanırım beni en çok yaralayan hikâye ise Ağaç oldu. Ağaçlara karşı hassasiyetim belki de diğer canlılardan daha fazla olduğundan bu öyküyle içim daha buruldu. Vasconcelos’un tasviri eğlenceli kılan bir yazar olduğu tekrar anımsadım. Ağacın küçük arkadaşını oğlu gibi sevmesine rağmen yılların ona bu sevgiyi döndürmediğini gördüm. Koca adamın, ağacın kesilmesi emrini verdiğinde kucağında ağladığı bu yadigârı hatırlamadığını da:

“İnsanların büyüyüp kalpsiz olmaları ne üzücü şeydi; bunu şimdi anlıyordu.”

Küçük prensin evlenip yuva kurduğunda, eşinin ağaçlı bir ev isteğini apartman taşınma fikriyle reddince yaşlı ağacın ağzından şu sözler dökülüverdi:

“Keşke dünya böylesine değişmeseydi…

Hayatın o güzel şarkısı sürüp gitseydi…”


Eser adı: Hayatın O Güzel Şarkısı

Yazarı: José Mauoro Vasconcelos

Dil: Çeviri - İnci Kut

Sayfa Sayısı:87

Yayınevi: Can Çocuk Yayınları


 

Çocuklar ve Büyükleri

ÇOCUKLAR ve BÜYÜKLERİ İlk yazımı blogumun ismine ilham olan Murathan Mungan'ın derlediği Çocuklar ve Büyükleri  üzerine yazmak istedim. ...