Öncelikle Çocuk Edebiyatı öykü antolojisi için epey araştırma yaptığımı
söylemeliyim. Büyümenin Türkçe Tarihi ile yolum böylece
kesişmişti. O seçkinin büyüsüyle de Çocuklar ve Büyükleri'ni
edindim. Uluslararası yazarların en
nadide hikâyelerinin yer aldığı bu antoloji özelikle Çocuk Edebiyatı sahasına
ilgi duyanların başucu kitabı olacak nitelikte. Yazar kadrosunda O'Connor'dan
Buzatti'ye Salinger'den Dahl'a kadar birçok yetkin yazarın yer aldığı seçki,
yoğun bir edebî lezzet sunuyor. Murathan Mungan'ın "Hemen her seçki gibi, bu da kimi rastlantılar ve yeğleyişlerin
ürünüdür." diyerek oluşturduğu bir tema kitabı olan eser, çocuk
merkezli oluşuna vurgu olsun diye bu adı almış.
Kitapta yer alan on altı hikâyeden ilki Her Çıkışın Bir İnişi Vardır.
Flannery O'Connor'ın yazdığı, Julian isimli karakterin merkezde olduğu bir
ırkçılık eleştirisi. Hikâye anne- ergen oğlu gerilimi ile başlayıp bu gerilimi
öykünün tüm satırlarında hissettiren bir metin. Bir Türk annesi tipikliğinde
seyrettiğimiz Julian'ın annesi öykü boyunca hep bir çatışma öznesidir. Oğlu ile
bindiği otobüse binen zenci bir adam, sonra zenci bir kadın ve oğlu üzerinden
yaşananlar çarpıcıdır. Bu çağ edebiyatı için de kilit bir karakter olan Julian,
tüm ötekilerin sesi olabilecek bir olgunlukta. Yazar O'Connor'ın kısa ve hastalıklı bir yaşamda nasıl üretken olabildiğini anlamak adına diğer hikâyelerini okuma kararı aldım.
İkinci
hikâye ise Dino Buzatti’nin Yumurta'sı. Yazdığı metinlerde tasvir gücü çok
yüksek yazarlara rastlayınca resim ya da fotoğraf sanatları ile ilgilenmiş
olmalı diyorum. Tahminim bu sefer de doğru çıktı. Ressam olan Buzatti’nin bu öyküsünde resmettiği ortam ve
karakterler güçlü bir imaj yüklemesi yaptı zihnime. Büyülü Gerçeklik akımının
temsilcilerinden biri olması da Yumurta’nın o düşsel atmosferini fazlasıyla
açıklıyor. Sınıflar arası çekişmenin vurucu bir biçimde işlendiği metinde
gündelikçi bir annenin, ev sahibesinin verdiği partide yapılan yumurta yarışını
konu alır. Kızı Antonella’nın eli boş döndüğü yarışta bir kız çocuğu ona kendi yumurtalarından
birini hediye eder. Ancak annesinin tepkisinden korkarak, elindeki yumurtayı Antonella'nın çaldığını iddia etmesiyle ilerleyen öykünün sürpriz bir sonu var.
Antolojinin üçüncü hikâyesi ise Liliana
Heker’ın Çalıntı Parti’si.
Yoksul bir ailede yetişen yazarın bu yaşam tarzını edebiyatına yansıttığını
görüyoruz. Bunun dışında detaylı bir bilgisine erişemediğim yazarın döneminin
zorlu savaşlarını yaşamış, ünlü yazarlarıyla söz düellosuna girişmiş olması, güçlü kadınlar olma çabasındaki karakterlerini anlamamız için ipuçları
niteliğinde. Din öğrencisi Rosaura’nın yeteneği ve edebi ile safiyane bir
şekilde yaşarken gözlerini sınıf ayrımı gerçeğine anısızın açması yüreğimi burktu diyebilirim.
Gelelim bir Ernest Hemingway hikâyesine. On
Kızılderili, bir
yol hikâyesi. Yol üzerinde karşılaşılan “öteki” lerin değerlendirilmeleri
üzerine. İçerikle bağdaşan bir mekân seçimi var yazarın. Hemingway’in doğayı
müthiş bir perspektifle satırlarına yerleştirmesi beni hep büyülemiştir. Süt
sağma, veranda, çıplak ayağa değen çiğ, atlar… İhtiyar Adam ve Deniz hikâyesine ışınlandım ara ara. Ergen psikolojisi adına anlamlı bir metindi. Kadim bir
çatışma unsuru olan farklı kültürlerin birlikte olamama hâli, çok etkili verilmiş. Nick’in kalbinin kırıldığını okuduğumuz iç sesi oldukça saesıcıydı. Beyazların
gözünden kızılı gördüğümüz hikâyede, ebeveynin ötekileştirmeyi çoktan “Ah şu
Kızılderililer!” diye benimsediğini ama körpe bir dimağın kirli akıl değil temiz kalp ekseninden duruma yaklaştığını
izliyoruz. Bu da gerçek hayatta karamsar diye yaftalanan yazarın, umudu nereye
sakladığının apaçık gösteriyor.
Hint yazar Jhumpa Lahiri’nin kaleme aldığı Bayan Senn’in Evinde hikâyesi
ise kanımın epey kaynadığı bir metindi. Sayfalarını soluksuz okuduğum, domestik
içerikli bu hikayenin yazarı, bir söyleşisinde kendini tam anlamıyla Hindistanlı hissetmediğini aktarır. Bu hikâyesinde ise ülkesine ve yakınlarına kopmaz bağlarla bağlı
bir kadın resmediliyor. Durum böyle olunca yazarın aslında hissetmediği ya da
gerçeği olarak kabul etmediği temaları işlerken de ustalıklı olabileceğini
görüyoruz. Bir de gastronomiyi usulca hissettirmesi yazarın diğer bir artısı bana
göre. Okurunda yeni tatlar keşfetme şevki uyandırıyor. Her şeyden öte bir ev
kadınının ülkesine duyduğu derin özlem ustalıkla metne yedirilmiş. Bir liman
kentinden göç etmiş olmasını balık lezzetine olan düşkünlüğünde izlediğimiz bir
başkarakter var. Onun hayatındaki yerel ve kültürel unsurlar metni uluslararası bir
zemine taşımış. İki eş yani karı- koca arasındaki somut mesafe kültürel bir fark olarak öyküde yer alıyor. Pala
adlı gereç ise, Çehov’un patlamaya hazır tüfeği gibi öyküde leit motif olarak kullanılıyor. Gerilim unsuru olarak okuru metin boyunca teyakkuzda bırakıyor. Sonunu tam anlamıyla bir
trajedi olarak beklerken görece yumuşak bir geçişle hikâyenin bittiğini okudum. Bayan Senn’in
bakıcılığını yaptığı Eliot büyüdü. Belki de pala fiziksel değil de psikolojik olarak kesme işlevini yerine getirmiş oldu. Bu şekilde Eliot bakıcı bağını
tümüyle kesti ve gençliğe adım attı denebilir.
Ingeborg Bachmann’ın Her Şey hikâyesi var sırada.
Kesinlikle çok farklı bir bakış açısı taşıyan, kendi pedagojisinin derdinde bir
erkek anlatıcının gözünden, çoğunlukla eşi Hanna üzerinden oğlu Fipps’in
yetiştirilmesi hakkındaki fikirlerini okuyoruz. Yalın, gösterişten uzak,
müdahalesiz bir tarzı benimseyen anlatıcının yerleşik birçok eğitim ve hayat
düşüncesinin altını oyduğunu görmek gerçekten sorgulatıcı. Hikâyenin düşünsel
ilerleyen satırlarına yıldırım gibi düşen son ise okuru sarsıyor.
Şişman Çocuk ise Marie Lusie Kaschnıtz’in çocuklara evinin kütüphanesini gönüllü açan
bir kadının yolunun, donuk bir şişman çocukla kesişmesi ile başlar. Pek
sevemediği bu çocuğun nezaketsizliğine içerleyen anlatıcı çocuğu takibe alır.
Bu takip aslında kendi çocukluğuyla yüzleştiği tekinsiz bir yolculuğa dönüşür.
Bruno Schulz’un Tarçın Dükkânları ise gerçeküstü tınısı çok yüksek bir hikâye.
Okuru yer yer zorlayan mekân ve zaman kavramları, onu masalsı bir doğanın
kucağına iter:
“ Yılda ancak bir kez yaşanan böyle bir
gecede, insan esinlenir, içini sevinçle dolduran düşüncelere kapılır; şiirin
kutsal parmağının kendisine dokunduğunu duyumsar.”
Gizli Oyun, Elsa Morante’nin üç kardeşin baskıcı bir aile ortamından, kendi kurdukları
masalsı oyunlarla kaçışını resmeder. Resmeder diyorum çünkü yazar tuvale
vurulan fırça gibi kullanır sözcüklerini. Üç kardeşin ayrı kişilikleriyle
düşsel ve uzak bir gezegende gelişen bir roman kurmasını işler. Bu kurgunun ana
malzemeleri olan perukalar, kılıç ve kocaman şapkalar, şaşırtıcı kıyafetler
okurun gözünü okşar. Anne ve babalarına yakalandıkları anlar ise okuru
ürpertir. Hikâye ile ilgili en çok, yetkin bir öz Türkçe kullanımı beni
etkiledi. Tan sökümü, yengi, sakınım, ardalan… Nasıl da büyüleyiciler değil mi?
Truman Capote’nin bir okur olarak bende hayli yüksek etki bıraktığı ve
çağrışım gücü çok yüksek hikâyesi Miriam, Mrs. Miller’in evine o
istemeden konuk olan küçük bir kızdır. İkili arasındaki tuhaf ama bir o kadar
merak uyandırıcı ilişki metnin ana konusudur. Hikâye sonlandığı zaman, oturduğum yerde
uzun süre Mrs. Miller gibi donuk baktım etrafıma. Yaşadıklarının da hemen
herkesin kapısını çalabilecek bir yüzleşme olduğunu eklemem gerek.
Silvia ise Julio Cortazar’ın kaleme aldığı sıra dışı bir kurgu. Anlatıcı
karakterin bir çocuk grubu üzerinden izlediği insani ilişkiler isabetli
yorumlar içeriyor. Sonu belirsiz bu metnin yorumu okura ait.
Ray Bradbury, Göl adlı hikâyesinde sahilde oynarken gözden kaybolan
arkadaşını kaybeden bir karakterin bu anı üzerinden büyüme hâli okura
aktarılır.
“Düşündüm; insanlar büyür. Ben büyüdüm.
Ama o değişmemişti. Hâlâ küçük. Hâlâ genç. Ölüm büyümeye ve değişmeye izin
vermiyor. Hâlâ altın sarısı saçları var.”
J.D. Salinger’in Teddy adlı hikâyesi sondan dördüncü anlatı. “Adem’in
Cennet’te yediği elma var ya; hani İncil’de sözü geçer. O elmanın içinde ne
vardı biliyor musunuz? Mantık vardı. Mantık entelektüel bir safsata.” satırlarının
yer aldığı metin Teddy isimli bir çocuğun ailesiyle yaptıkları gemi seyahatiyle
başlar. Sonrasında güvertede Teddy’nin Bob Nicholson adlı genç adamla giriştiği
felsefik diyalogları okuruz. Meditasyon ve duygulardan arınma vurgusu taşıyan
cümleler Teddy’nin yaşından büyük olsa da onun üzerine iyi oturur.
Patrica Highsmith Kurban ‘da oldukça ezber bozuyor.
Küçük yaşına rağmen giyindiği kıyafet ve yaptığı makyaj sebebiyle ciddi mağduriyetler
yaşan bir kızın anlatısı yalın bir biçimde anlatılsa da okurun kafasına
balyozla vuruyor. Ailesinin onu korumadaki yetersizlikleri ise okuru ayrıca
hırpalasa da cinsel istismarının zirvede işlendiği bu eser kesinlikle şaşkınlık
verici.
Roald Dahl’ı bu seçkideki birçok ismin önüne koymamdaki sebep onun Çocuk Edebiyatı
alanında tartışmasız en öncü bir isim olması. Mathilda, Dev Şeftali, Bay ve
Bayan Kıl, George’un Harika ilacından sonra bu yetişkin öyküsünü okumak kendi
adıma sevindiriciydi. Müthiş akıcı Georgy Porgy adlı hikâyesinde
satırlar boyu genç bir rahibin kendini kadınlardan koruma savaşımına şahit
oluruz. Bu savaşımın detaylarından, annesi ile yaşadığı ilginç çocukluk
sohbetleri ve yaptığı fare deneyi zihnimde çok yer etti. “Her yaraya bir merhem bulunur.” sözü ile hikâye kapanınca zihnimin
odalarında artık bambaşka bir Roald Dahl kurgusu daha kayda geçti. Öptüm Seni hikaye kitabına başlamak için sabırsızım.
Ve son olarak,
seçkide Saki’nin Masalcı Amca’sı yer alıyor. Antolojinin en sonunda yer alsa da, benim ilk okuduğum hikâyelerden
biriydi bu. Haylaz yeğenleri ile seyahat eden bir teyzenin karşı koltuğunda
oturan başka bir yolcuyla yaşadıklarını konu edinen anlatının en güzel yanı
nitelikli ve ilgi uyandıran bir masalın tüm çocukların dikkatini ve merakını
celbedebileceği. Böylece treni birbirine katan küçük çocukların, komşu yolcu amca sayesinde hipnoz
olmuşçasına bir masalın kanatlarında uçtuğunu görürüz.
Uzun bir yazı oldu farkındayım. Ama iyi bir başlangıç
yazısı bunu gerektirirdi. Saydığım 16 eşsiz güzellikte hikâyenin okuru olmaya
varsanız, buyurun bu seçkiyi gönül rahatlığıyla edinin.